Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, kısaca TCMB, bir ülkenin para düzeninin beynidir. Bizim ekonomimizin sinir sistemi oradan yönetilir. Herkes borsadan, dövizden, faizden bahseder ama o kavramların hepsi sonunda Merkez Bankası’nın kapısına çıkar. Çünkü TCMB, Türkiye’de paranın miktarını, fiyatını ve dolaşım hızını belirleyen kurumdur. Bu da demek oluyor ki, bir ülkenin ekonomisi nasıl nefes alıp verdiğini, doğrudan onun kararları belirler.
Merkez Bankası’nın varlık nedeni aslında basittir ama etkisi dev gibidir: fiyat istikrarını sağlamak. Yani paranın değerini korumak. Halkın cebindeki 100 lira bir yıl sonra da yaklaşık aynı alım gücüne sahip olsun ister. Çünkü fiyatlar hızla artarsa para güvenilirliğini kaybeder, kimse geleceğe dair plan yapamaz. Bu yüzden TCMB’nin görevi, ekonominin tansiyonunu ölçmek ve gerektiğinde o tansiyonu düşürmek ya da yükseltmektir.
Fakat bu kurum bir düğmeye basıp “para azalsın” ya da “faiz düşsün” demez. Devasa bir mekanizma işletir. O mekanizma, politika faizinden açık piyasa işlemlerine, zorunlu karşılıklardan döviz rezervlerine kadar birbirine bağlı dişlilerden oluşur. Her kararın piyasada zincirleme etkisi vardır.
Önce en temel halka: faiz.
Politika faizi, ekonomide paranın fiyatıdır. TCMB bu oranı belirleyerek bankalara “benim paramın maliyeti budur” der. Eğer bu oran yükselirse, bankalar da TCMB’den daha pahalı borçlanır, kredi faizlerini artırır, tüketici ve yatırımcı daha az borçlanır. Harcamalar azalır, ekonomi yavaşlar, enflasyon düşer. Faiz düşürülürse tersi olur: kredi ucuzlar, yatırımlar artar, harcamalar hızlanır, ekonomi canlanır ama fiyatlar da yükselebilir. Yani Merkez Bankası aslında bir sürü düğmeden oluşan bir kontrol panelinin başında oturan kaptandır. Gerekirse gaz verir, gerekirse frene basar.
Fakat iş sadece faizle bitmez.
TCMB piyasadaki parayı doğrudan da yönetir. Bunun yolu açık piyasa işlemleridir. Merkez Bankası, devletteki borç senetlerini (tahvil, bono) bankalardan alıp satar. Piyasada para azsa tahvil alır, piyasaya TL verir. Para fazlaysa tahvil satar, likiditeyi çeker. Yani piyasadaki paranın ne kadar olacağını o ayarlar.
Bir diğer güçlü aracı da zorunlu karşılıklardır. Bankalar topladıkları mevduatın belli bir kısmını Merkez Bankası’nda tutmak zorundadır. Bu, sistemin güvenlik yastığıdır. TCMB bu oranı artırırsa bankaların kredi verme kapasitesi düşer, para piyasası sıkılaşır. Azaltırsa, kredi musluğu açılır, piyasaya daha çok para akar. Böylece Merkez Bankası, “bankalara ne kadar nefes alacaklarını” dolaylı yoldan söyler.
Ama Merkez Bankası’nın en kritik alanlarından biri dövizdir. Çünkü Türkiye gibi dışa açık bir ekonomide döviz, hem fiyatları hem de psikolojiyi belirler. TCMB’nin kasasında tuttuğu döviz ve altın rezervleri, ülkenin ekonomik sigortası gibidir. Eğer kurda sert bir dalgalanma olursa, Merkez Bankası döviz satarak piyasayı sakinleştirir. Ya da tersi durumda döviz alarak rezervini güçlendirir. Fakat rezerv miktarı azaldığında piyasa hemen hisseder. Çünkü herkes şunu düşünür: “Eğer kriz çıkarsa Merkez Bankası bu kuru savunabilecek mi?” İşte bu yüzden TCMB’nin rezerv yönetimi, sadece finansal değil, politik bir güç göstergesidir.
Şimdi işin içine biraz devlet ve siyaset giriyor.
Kağıt üzerinde Merkez Bankası bağımsızdır. Yani kanunen kimse ona “şunu yap” diyemez. Ama işin gerçeğinde siyasetle para politikası asla tamamen ayrılmaz. Çünkü para politikası doğrudan halkın hayatını etkiler. Bir hükümet seçime giderken, düşük faiz, bol kredi, yüksek büyüme ister. Çünkü bu ortamda insanlar kolay kredi bulur, harcar, işler canlı görünür. Ama Merkez Bankası der ki: “Dur, bu kadar harcama fiyatları zıplatır, enflasyon patlar.” O zaman faizi artırır. İşte o an iki güç çarpışır: biri ekonomi, diğeri siyaset.
Bu çarpışma tarihte defalarca yaşandı. Bazı dönemlerde Merkez Bankası başkanları siyasi baskıya dayanamadı, görevden alındı. Bazı dönemlerde faizler ekonomik gerekçelerden değil, politik tercihlerle belirlendi. Ve bunun bedelini ülke ekonomisi ağır ödedi: kur şokları, rezerv kayıpları, enflasyon patlamaları. Çünkü para politikasının en temel yakıtı “güvendir.” Eğer piyasa Merkez Bankası’nın kendi kararını özgürce veremediğini hissederse, hiçbir faiz oranı işe yaramaz. Yatırımcı şunu düşünür: “Bugün artırdılar ama yarın baskıyla indirirler.” O zaman herkes TL’den kaçar, dövize-altına yönelir. Yani bağımsızlık sadece bir kavram değil, ekonominin sigortasıdır.
Merkez Bankası’nın devlete ilişkisi sadece siyasetle sınırlı değildir.
TCMB aynı zamanda Hazine’nin ana bankasıdır. Devletin tüm gelir ve gider hareketleri Merkez Bankası hesaplarından geçer. Vergiler, maaş ödemeleri, iç borç faizleri — hepsi oradan akar. Ancak Merkez Bankası, kanunen devlete doğrudan borç veremez. Yani para basıp bütçe açığını kapatamaz. Ama dolaylı yollarla etkileyebilir: bankalar Hazine tahvillerini alır, bu tahvilleri teminat gösterip TCMB’den likidite çeker. Yani devlete para gitmez ama sistemin içinden bir finansman yolu açılmış olur.
TCMB’nin asıl sahnesi ise bankalardır.
Biz vatandaşlar TCMB’ye gidip işlem yapmayız, ama kullandığımız her kredi, açtığımız her mevduat hesabı, TCMB’nin belirlediği kurallar çerçevesinde çalışır. Bankalar her sabah Merkez Bankası’nın sistemine bağlanır, “bugün şu kadar TL’ye ihtiyacım var” der. Kimisinin fazlası vardır, kimisinin eksiği. Merkez Bankası açık piyasa işlemleriyle bu dengeyi sağlar. Bu yüzden bankaların TL’ye ulaşma maliyeti doğrudan TCMB’nin politika faizine bağlıdır. TCMB faizi artırırsa, bankalar daha pahalı borçlanır, dolayısıyla krediler pahalılaşır. Yani TCMB bir karar alır, o karar birkaç gün içinde banka faizlerine, birkaç hafta içinde tüketici fiyatlarına, birkaç ay içinde tüm ekonomiye yansır.
Buna “parasal aktarım mekanizması” denir.
TCMB’nin özel bankalarla ilişkisi sadece likidite üzerinden değildir. Aynı zamanda onları denetler. Her bankanın Merkez Bankası nezdinde bir hesabı vardır. Bankalar arası ödemeler, EFT, FAST gibi işlemler aslında TCMB’nin ödeme sistemi altyapısından geçer. Yani bir banka müşterisinden diğer bankaya para gönderdiğinde, o para bir anlığına Merkez Bankası’nın defterinden geçer. Bu da finansal sistemin omurgasını oluşturur.
Kamu bankalarıyla ilişki daha hassastır.
Ziraat, Halkbank, Vakıfbank gibi bankalar hem ticari hem de kamusal görev taşır. Devlet bazı dönemlerde kamu bankaları aracılığıyla düşük faizli kredi kampanyaları başlatır. Bu, siyaseten cazip ama para politikası açısından karmaşık bir durumdur. Eğer Merkez Bankası faizi artırıp piyasayı sıkılaştırmak isterken, kamu bankaları siyasi talimatla bol kredi dağıtırsa, para politikası etkisiz kalır. Yani bir yandan Merkez Bankası frene basar, diğer yandan kamu bankaları gaza basar. Sonuç? Ekonomi kızışır, enflasyon düşmez.
Özel bankalar cephesinde ise tablo daha piyasa odaklıdır. Onlar TCMB’nin sinyallerine bakarak faiz politikalarını belirler, döviz risklerini ayarlar. TCMB’nin döviz piyasasındaki hareketleri özel bankalar için hayati önemdedir. Mesela TCMB rezervlerini güçlendirmek için bankalarla swap anlaşmaları yapabilir. Yani “bana döviz ver, ben sana TL vereyim” der. Bu hem döviz likiditesini hem de TL arzını etkiler. Bazen ihracatçılara getirilen döviz satış zorunluluğu da bu zincirin bir parçasıdır. Yani döviz kazanan bir şirket, gelirinin bir kısmını Merkez Bankası’na satmak zorundadır. Bu, rezervleri güçlendirir ama piyasanın elindeki dövizi azaltır.
Uluslararası tarafta ise TCMB başka merkez bankalarıyla doğrudan temas halindedir. Katar, Çin, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerle yapılan swap hatları, TCMB’nin rezerv dengesini korumasına yardımcı olur. Bu ilişkiler sadece ekonomik değil, diplomatik de birer mesajdır. Bir ülkenin Merkez Bankası ne kadar itibarlıysa, o kadar kolay swap hattı bulur. Yani TCMB’nin itibarı, ülkenin finansal itibarıyla eşdeğerdir.
Bütün bu ilişkiler bir araya geldiğinde, ortaya çok hassas bir denge çıkar. Merkez Bankası devletin kalbi ama siyasetin gölgesindedir. Bankaların patronu ama piyasanın rehberidir. Faizi belirler ama beklentiyi yönetmeden hiçbir karar işe yaramaz. Çünkü para sadece ekonomik bir araç değil, psikolojik bir güvencedir. İnsanlar TL’ye güveniyorsa, o sistem işler. Ama Merkez Bankası’na güven sarsılmışsa, o zaman hiçbir formül tutmaz. İşte o yüzden Merkez Bankası’nın en değerli sermayesi, para değil güvendir.